Yirmi İkinci Mektup
بِاسْمِهِ 1 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 2
Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.
Birinci Mebhas
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ 3
اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ 4
وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ 5
MÜ’MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz.
Dipnot-1
Allah’ın adıyla.
Dipnot-2
“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-3
“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” Hucurat Sûresi, 49:10.
Dipnot-4
“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” Fussılet Sûresi, 41:34.
Dipnot-5
“Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlere gelince, Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunanları sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:134.
BİRİNCİ VECİH
Hakikat nazarında zulümdür.
Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.
Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.
İKİNCİ VECİH
Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem’ olamazlar.
Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadîsle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek.” 1
Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temelluk suretine girer.
Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de,
Dipnot-1
Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.
Cebel-i Uhud: (bk. bilgiler – Uhud Dağı) | adâvet: düşmanlık |
cem’ olmak: bir araya gelmek (bk. c-m-a) | câni: suçlu |
esbab-ı adâvet: düşmanlığı gerektiren sebepler (bk. s-b-b) | esbap: sebepler (bk. s-b-b) |
gaddar: acımasız, zâlim | galebe çalmak: üstün gelmek |
gark etmek: batırmak | hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
hakikat nazarında: gerçek nezdinde, yanında (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-ẓ-r) | hakikî: gerçekten, doğru bir şekilde (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
hane-i Rabbâniye: Allah’a ait olan ev (bk. r-b-b) | hane-i mâneviye-i vücut: mânevî vücut evi (bk. a-n-y; v-c-d) |
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) | ihrak etmek: yakmak |
inkılâp etmek: dönüşmek | kanun-u adalet: adalet kanunu (bk. ḳ-n-n; a-d-l) |
kat-ı mükâleme: konuşmayı kesme, küsme | lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f) |
malûm: bilinen (bk. a-l-m) | mecazî: gerçek anlamın dışında olan (bk. c-v-z) |
muhabbet: sevgi | muzır: zararlı |
mânen: mânevî yönden (bk. a-n-y) | mânâ-yı hakikî: gerçek anlam (bk. a-n-y; ḥ-ḳ-ḳ) |
mâsum: suçsuz, günahsız | nass-ı hadis: hadis hükmü (bk. ḥ-d-s̱) |
nur: ışık | rüçhaniyet: üstünlük, öncelik |
sefine-i İlâhiye: Allah’a ait bir gemi (bk. e-l-h) | semâvât: gökler |
suret: görünüş, şekil (bk. ṣ-v-r) | sıfat-ı mâsume: masum nitelik, temiz özellik (bk. v-ṣ-f) |
tahakküm: baskı, zorlama (bk. ḥ-k-m) | tahrip: harap etme, yok etme |
tasannu: yapmacık hareket | temelluk: dalkavukluk |
teşebbüs etme: bir işe girişme | vecih: şekil, yön |
zulmetmek: haksızlık yapmak, işkence ve eziyet etmek (bk. ẓ-l-m) | zâlim: zulmeden, acımasız (bk. ẓ-l-m) |
ıslah: iyileştirme, düzeltme (bk. ṣ-l-ḥ) | şenî: çirkin |
Copyright © Söz Basım Yayın
Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.
Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir—bir, bir, bine kadar bir, bir.
Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir.
Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir.
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.
ÜÇÜNCÜ VECİH
Adalet-i mahzâyı ifade eden 1 وَلاَ تَزِرُ واَزِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىsırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek
Dipnot-1
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164.
Cebel-i Uhud: (bk. bilgiler – Uhud Dağı) | Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) |
Mâbud: kendisine ibadet edilen Allah (bk. a-b-d) | Mâlik: herşeyin hakiki sahibi olan Allah (bk. m-l-k) |
Râzık: bütün mahlukatın rızkını veren Allah (bk. r-z-ḳ) | adalet-i mahzâ: tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukuku asla fedâ edilemez” diyen adalet (bk. a-d-l) |
adâvet: düşmanlık | azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m) |
cânî: acımasız, gaddar | ehemmiyetsiz: önemsiz |
esbab-ı muhabbet: sevgiyi gerektiren sebepler (bk. s-b-b; ḥ-b-b) | esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h) |
evsâf-ı İslâmiye: İslâmî özellikler (bk. v-ṣ-f; s-l-m) | hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
iktiza etmek: gerektirmek (bk. ḳ-ḍ-y) | istihfaf: hafife alma, küçümseme |
ittifak: birlik, anlaşma | i’tisaf: zulüm, haksızlık |
kusurât: kusurlar | kâinat: evren (bk. k-v-n) |
mahkum etme: hükmetme, cezalandırma | muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) |
münasebet: ilişki | münasebet-i uhuvvet: kardeşlik ilişkileri |
nifâk: ikiyüzlülük, bozgunculuk | rabıta: bağ |
rabıta-i vahdet: birlik bağı (bk. v-ḥ-d) | sebatsız: değişken |
suret: görünüş, şekil (bk. ṣ-v-r) | sıfat: özellik, nitelik (bk. v-ṣ-f) |
telâkki etmek: bir görüşle bakmak, anlamak, kabul etmek | tevhid: birleme, birlik (bk. v-ḥ-d) |
tevhid-i imanî: imandan gelen birlik, inanç birliği (bk. v-ḥ-d; e-m-n) | tevhid-i kulûb: kalblerin birliği (bk. v-ḥ-d) |
uhuvvet: kardeşlik | uhuvvetkârâne: kardeşçe |
vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d) | vahdet-i itikad: inanç birliği (bk. v-ḥ-d) |
vahdet-i içtimaiye: sosyal birlik (bk. v-ḥ-d) | vecih: yön, taraf |
vifak: uyum | şikak: ayrılık |
şuur: bilinç (bk. ş-a-r) |
Copyright © Söz Basım Yay
hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek, 1 اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌsîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?
Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” 2 sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.
DÖRDÜNCÜ VECİH
Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Vechin esası olarak birkaç düsturu dinle:
BİRİNCİSİ: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.
وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ وَلٰكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا 3
sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.
İKİNCİ DÜSTUR: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her
Dipnot-1
“Muhakkak ki insan çok zalimdir.” İbrahim Sûresi, 14:34.
Dipnot-2
Nechü’l-Belâğa, s. 748-749.
Dipnot-3
“Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.” Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s.91.
adâvet: düşmanlık | azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) |
bahusus: özellikle | butlan: haksızlık; bâtıllık |
durub-u emsal: atasözleri, meşhur sözler (bk. m-s̱-l) | düstur: kural, prensip |
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) | esbab: sebepler (bk. s-b-b) |
fena: kötü (bk. f-n-y) | hadsiz: sınırsız |
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
hakikatbîn: hakikati gören (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | hayat-ı şahsiye: özel, kişisel hayat (bk. ḥ-y-y) |
hikmet-i İslâmiye: İslâmî hikmet, ilim ve bilgi (bk. ḥ-k-m; s-l-m) | hilâf-ı hakikat: gerçek dışı, gerçeğe aykırı (bk. ḫ-l-f; ḥ-ḳ-ḳ) |
ihtar: hatırlatma, ikaz | insafsız: vicdansız |
in’ikâs etmek: yansımak | kesif: yoğun, katı |
lisan: dil | mahkûm: hükümlü, tutuklu (bk. ḥ-k-m) |
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) | mâsum: günahsız, suçsuz |
mü’min: iman etmiş, Allah’a inanan (bk. e-m-n) | nazar: bakış, görüş (bk. n-ẓ-r) |
nur: aydınlık, ışık (bk. n-v-r) | sebeb-i adâvet: düşmanlık sebebi (bk. s-b-b) |
sirayet: bulaşma, geçme | sîga-i mübalâğa: mübalağa sigası; birşeyin pek mühim veya çok fazla olduğunu ifade eden kelime hâli, kip |
taallûkat: yakınlar, akrabalar | teşmil etme: yayma, genişletme |
umum: herkes, genel | vecih: yön |
şer: kötülük | şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet (bk. ş-r-a) |
şe’n: hâl, özellik, nitelik (bk. ş-e-n) |
Copyright © Söz Basım Yayın
doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazan damara dokundurur, aksülâmel yapar.
ÜÇÜNCÜ DÜSTUR: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.
Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.
اِذَاۤ اَنْتَ اَكْرَمْتَ الْكَرِيمَ مَلَكْتَهُ وَاِنْ اَنْتَ اَكْرَمْتَ اللَّئِيمَ تَمَرَّدًا 1
hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyle ise,
وَاِذَا مَرُّوا باِللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا 2 وَاِنْ تَعْفُوا وَتصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ 3
gibi desâtir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.
DÖRDÜNCÜ DÜSTUR: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle
Dipnot-1
İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar. (Bu beyit Mütenebbi’ye aittir. bk. el-Orfü’t-Tayyib fî Şerhi Dîvâni’t-Tayyib, s. 2:710.)
Dipnot-2
“Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” Furkan Sûresi, 25:72.
Dipnot-3
“Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” Teğabün Sûresi, 64:14.
adâvet: düşmanlık | aksülâmel: ters tepki |
cihet: yön, taraf | desâtir-i kudsiye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kutsal prensipleri (bk. ḳ-d-s) |
düstur: kural, prensip | ehl-i kin: kin güdenler |
fenalık: kötülük (bk. f-n-y) | hasım: düşman |
hevâ-i nefs: nefsin gelip geçici arzu ve istekleri (bk. h-v-y; n-f-s) | husûmet: düşmanlık |
hâlis: içten, samimi (bk. ḫ-l-ṣ) | idame etme: devam etme, ettirme |
ikram: bağış, iyilik (bk. k-r-m) | kerîm: şerefli, cömert, ikram sahibi (bk. k-r-m) |
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği birşeyi inkâr eden kimse (bk. k-f-r) | leîm: mayası bozuk, kötü, kınayıcı |
mağlûp etme: yenme, galip gelme | muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) |
mukabele etme: karşılık verme | musahhar: boyun eğen, emre uyan |
muzır: zararlı | mü’min: iman etmiş, Allah’tan gelen herşeye inanan (bk. e-m-n) |
nasihat: öğüt | nedâmet: pişmanlık |
nefis: insanı eğlenceye, zevkli ve lezzetli şeylere sevk eden güç, duygu (bk. n-f-s) | nefs: kişinin kendisi (bk. n-f-s) |
nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu (bk. n-f-s) | rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti (bk. r-ḥ-m; e-l-h) |
ref’: kaldırma | saadet: mutluluk |
selâmet: esenlik, güven (bk. s-l-m) | tecavüz etme: haddi aşma, ileri gitme |
tezayüd etme: ziyadeleşme, artma | vuku bulma: meydana gelme |
ziyade: çok, fazla | zâhiren: görünürde (bk. ẓ-h-r) |
zındık: dinsiz | ıslah: düzeltme, iyileştirme (bk. ṣ-l-ḥ) |
şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) |
Copyright © Söz Basım Yayın
nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.
Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Acaba birgün adâvete değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?
Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil,
adâvet: düşmanlık | azab: eziyet, büyük sıkıntı |
azab-ı elîm: acı veren azap | bâki: geriye kalan (bk. b-ḳ-y) |
divane: akılsız, deli | dünyevî: dünya ile ilgili |
fenalık: kötülük (bk. f-n-y) | fâide: fayda |
fâni: geçici (bk. f-n-y) | haset: çekememe, başkasında olan nimeti kıskanma |
hasım: düşman | hâsid: çekemeyen, başkalarının elindeki nimeti kıskanan |
hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n) | insaf: vicdana uygun davranış, hakkı teslim esasına dayanan düşünce ve davranış |
kader: Allah’ın meydana gelecek herşeyi olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r) | kazâ: olacağı Cenâb-ı Hak tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y) |
mahrum: yoksun (bk. ḥ-r-m) | mahsûd: kendisine hased edilen, kıskanılan |
mahzun: hüzünlü | mağlûp olma: yenilme |
mertebe: derece, makam | meziyet: üstün özellik |
mukabele etme: karşılık verme | musibet: belâ, büyük sıkıntı |
muvakkat: gelip geçici | mü’min: iman etmiş, Allah’tan gelen herşeye inanan (bk. e-m-n) |
nedâmet: pişmanlık | nefis: kişinin kendisi; insanı zevkli ve lezzetli şeylere sevk eden güç (bk. n-f-s) |
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet ve ihsan (bk. r-ḥ-m) | rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti (bk. r-ḥ-m; e-l-h) |
riyakâr: gösterişçi, ikiyüzlü | rıza: hoşnutluk |
safh: suç bağışlama, affetme | salisen: üçüncü olarak |
saniyen: ikinci olarak | selâmet: esenlik, güven (bk. s-l-m) |
servet: zenginlik | tenkit: eleştiri |
uhrevî: ahirete ait (bk. e-ḫ-r) | ulüvvücenaplık: âlicenaplık, kerem ve cömertlik |
zâil: gelip geçici (bk. z-v-l) | âhiret: öldükten sonraki sonsuz hayat (bk. e-ḫ-r) |
âkıbet: netice, son | örs: üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet |
Copyright © Söz Basım Yayın
.
muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.
İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî’yi dinle:
دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْتِى كِه اَرْزَدْبَنِزَاعِى
Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.” Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.
Hem demiş:
آسَايِشِ دُوگِيتِى تَفْسِيرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ
بٰا دُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بۤا دُشْمَنَانْ مُدَارَا
Yani, “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” 1
Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.
Dipnot-1
Divân-ı Hâfız, s. 14 (5. Gazel)
Hâfız-ı Şirazî: (bk. bilgiler) | adâvet: düşmanlık |
amel etmek: hareket etmek, iş yapmak | cihan: dünya |
cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) | daimî: devamlı, sürekli |
divanelik: delilik, akılsızlık | ebedî: sonsuz (bk. e-b-d) |
ehemmiyetsiz: önemsiz | fikr-i intikam: intikam düşüncesi (bk. f-k-r) |
fâni: geçici, yok olucu (bk. f-n-y) | fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r) |
gıybet: birinin ardından hoşlanmayacağı şekilde çekiştirmek veya konuşmak | hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
hakikatbîn: hakikati gören (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | haslet: huy, karakter |
hasım: düşman | hayat-ı şahsiye: kişisel, özel hayat (bk. ḥ-y-y) |
hükm: yargı, karar (bk. ḥ-k-m) | hırs: aç gözlülük, aşırı isteklilik |
ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r) | istiğfar: af dileme (bk. ğ-f-r) |
mebhas: bahis, konu | metâ: kıymetli eşya, mal |
muaşeret: birlikte yaşayıp, geçinme | mukabele etmek: karşılık vermek |
mukteza: birşeyin gereği (bk. ḳ-ḍ-y) | muvakkat: gelip geçici |
muzır: zararlı | mürüvvetkârâne: iyilikle, iyilikseverlikle |
mütemadiyen: sürekli olarak | nedâmet: pişmanlık |
nevi: tür, çeşit | nizâ: kavga, çekişme |
selâmet: esenlik, güven (bk. s-l-m) | sulhkârâne: barışık, barış içinde (bk. ṣ-l-ḥ) |
sîga-i mübalâğa: mübalağa sigası; birşeyin pek mühim veya çok fazla olduğunu ifade eden kelime hâli | sû-i hulk: kötü ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) |
tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r) | tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek |
teşhir: ilân etme, duyurma | umûr-u dünyeviye: dünya işleri |
zalûmiyet: şiddetli zalimlik (bk. ẓ-l-m) | zımnî: gizli, örtülü |
şedit: şiddetli | şer: kötülük, fenalık |
Copyright © Söz Basım Yayın
Câ-yı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.
BEŞİNCİ VECİH
Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.
Eğer denilse: “Hadîste, 2 اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌ denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.
“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır.
“Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.”
Elcevap:
Birinci suale deriz ki: Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır—hadîsin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara
Dipnot-1
Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.
Dipnot-2
“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212.
adâvetkârâne: düşmanca | avâm: halk tabakası, sıradan insanlar |
beyan etme: açıklama (bk. b-y-n) | câ-yı dikkat: dikkat çekici |
ehl-i ilm: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m) | fikr-i siyâsî: siyâsî düşünce (bk. f-k-r) |
garazkârâne: kötü niyet sahibi, art niyetli olarak | hadîs: Peygamberimize ait söz, fiil, davranış veya onun onayladığı başkasına ait söz, fiil ve davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) |
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) |
havass: seçkin insanlar, yöneticiler | hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a) |
hayat-ı siyasiye: siyaset hayatı (bk. ḥ-y-y) | hürmetkârâne: hürmet ederek (bk. ḥ-r-m) |
ihtilâf: ayrılık, uyuşmazlık (bk. ḫ-l-f) | iktiza: gerektirme (bk. ḳ-ḍ-y) |
ilticâ: sığınma | ittifak: birlik, birleşme |
maraz: hastalık | mazlum: zulme uğramış (bk. ẓ-l-m) |
medih: övme | melce: sığınak |
menfi: olumsuz | merdut: reddolunmuş |
muhalif: aykırı, zıt (bk. ḫ-l-f) | muzır: zararlı |
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kişi | müsbet: olumlu, pozitif |
mütedeyyin: dindar | nam: ad |
nazar: bakış, görüş (bk. n-ẓ-r) | nefis: insanı daima kötülüğe, haram olan zevk ve isteklere sevk eden duygu (bk. n-f-s) |
revaç: yaygınlaşma | sa’y: çalışma |
tahrip: bozma, yıkma | tarafgirlik: taraftarlık |
tehâlüf-ü ukul: düşüncelerin farklı oluşu (bk. ḫ-l-f) | tekfir: küfürle itham etmek (bk. k-f-r) |
tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) | tesâdüm-ü efkâr: fikirlerin çarpışması (bk. f-k-r) |
tezahür etmek: ortaya çıkmak (bk. ẓ-h-r) | tezyif etme: hakaret etme, küçük düşürme |
vecih: yön, şekil | âlim-i sâlih: dinin emirlerine uyan, ilmiyle amel eden, âlim (bk. ṣ-l-ḥ; a-l-m) |
ıslah: düzeltme, iyileştirme (bk. ṣ-l-ḥ) | şer: kötülük, fenalık |
Copyright © Söz Basım Yayın
.
melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukàbil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona-hâşâ-lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.
olan desâtir-i âliye اَلْحُبُّ ِللهِ 1 وَالْبُغْضُ فِى اللهِ 2 وَالْحُكْمُ ِللهِ 3Elhasıl:
düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır. Evet,
وَالْبُغْضُ فِى اللهِ وَالْحُكْمُ ِللهِ demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.
Câ-yı ibret bir hâdise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”
Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”
O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır” 4 dedi.
Dipnot-1
“Allah için sevmek.” Buharî, Îman: 1; Ebû Dâvud, Sünnet: 2; Müsned, 5:146.
Dipnot-2
“Allah için buğzetmek.” Buharî, Îman: 1; Ebû Dâvud, Sünnet: 2; Müsned, 5:146.
Dipnot-3
“Hüküm Allah’a aittir.” Mü’min, 40:12; Kasas, 28:70; En’âm, 6:57.
Dipnot-4
Şeyh Şemseddin Sivasî, Menakıb-ı Cihar Yar-i Güzin, (Osmanlıcası), s. 294.
bârika-i hakikat: hakikat parıltısı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | cây-ı ibret: ibret verici |
desâtir-i âliye: yüce prensipler | düstur: kural, prensip |
düstur-u harekât: hareket kuralları | efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) |
elhasıl: sonuç olarak | firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görmek (bk. bilgiler – Firavun) |
fitne: bozgunculuk | garazkârâne: kötü bir niyetle, art niyetle |
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | hiddet: öfke |
hodfuruşluk: kendi kendini beğenme | hâdise: olay (bk. ḥ-d-s̱) |
hâl-i âlem: dünyanın şimdiki hâl ve vaziyeti (bk. a-l-m) | hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ) |
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil | ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme; samimiyet (bk. ḫ-l-ṣ) |
ihtilâf: anlaşmazlık (bk. ḫ-l-f) | inşikak: parçalanma |
ittifak: birlik | izhar: gösterme, açığa çıkarma (bk. ẓ-h-r) |
kàbil-i iltiyâm: biraraya gelebilir | kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan birşeyi inkâr eden kimse (bk. k-f-r) |
küre-i arz: yerküre, dünya | maksat: amaç (bk. ḳ-ṣ-d) |
melce: sığınak | mukàbil: karşılık |
müfritâne: çok aşırıya kaçarak | nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) |
nefis: insanı zevkli ve lezzetli şeylere ve bencilliğe sevk eden duygu (bk. n-f-s) | nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s) |
nifak: münafıklık, ikiyüzlülük | nihayetsiz: sonsuz, sınırsız |
nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) | nokta-i telâkî: buluşma noktası |
radıyallahü anh: “Allah ondan razı olsun” | rahmet okumak: merhamet ve şefkat etme (bk. r-ḥ-m) |
sâfi: arınmış, temiz (bk. ṣ-f-y) | tarafgirlik: taraftarlık |
tarafgirâne: taraf tutarak | tesâdüm-ü efkâr: fikirlerin çarpışması (bk. f-k-r) |
teşkil etme: oluşturma | vesâil: vesileler, araçlar, sebepler |
İmam-ı Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) | şikak: ayrılık, parçalanma |
şöhretperverâne: şöhretliliği severek |
Copyright © Söz Basım Yayın
Hem medar-ı dikkat bir vakıa: Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.
Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.
Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.
İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve
Hasenan aşireti: (bk. bilgiler) | Hayderan aşireti: (bk. bilgiler) |
Sipkan aşireti: (bk. bilgiler) | adâvet: düşmanlık |
adâvetkârâne: düşmanca | azletmek: ayırmak, uzaklaştırmak |
aşiret: kabile | bedevî: çölde yaşayan, göçebe |
cemaat-i İslâmiye: İslâm toplumu (bk. c-m-a; s-l-m) | cihet: yön, taraf |
cây-ı teessüf: üzüntü noktası | cüz’î: ferdî, küçük, bireysel (bk. c-z-e) |
dahilî: içteki | def etme: uzaklaştırma, ortadan kaldırma |
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar (bk. ḍ-l-l) | ehl-i iman: Allah’a inananlar, mü’minler (bk. e-m-n) |
ehl-i küfür: inançsızlar (bk. k-f-r) | ehvâl: korkular |
eser-i hiddet: hiddet belirtisi, öfkeli hâl | garazkârâne: kötü bir niyetle |
hadsiz: sınırsız | haricî: dıştaki, dış |
harîm-i İslâm: İslâmın mukaddes merkezi (bk. s-l-m) | hayat-ı içtimâiye-i İslâmiye: İslâmın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) |
hiddet: öfke | hâkim: yargıç (bk. ḥ-k-m) |
hâlet-i içtimâiye: sosyal durum (bk. c-m-a) | hıyanet: hainlik |
ilhâd: dinsizlik | kabile: topluluk |
kalb-i İslâm: islâm’ın kalbi (bk. s-l-m) | kanun-u İlahî: Allah’ın koyduğu kanun (bk. ḳ-n-n; e-l-h) |
maraz-ı hayat-ı içtimaî: toplumsal hayattaki hastalık (bk. ḥ-y-y; c-m-a) | maslahat-ı içtimâiye: toplumsal fayda (bk. ṣ-l-ḥ; c-m-a) |
medar-ı ibret: ibret verici | medâr-ı dikkat: dikkat edilmesi gereken yer |
merhamet: acıma, şefkat (bk. r-ḥ-m) | mü’min: Allah’a inanan (bk. e-m-n) |
nam: ad | nefs: kişinin kendisi (bk. n-f-s) |
sukut: alçalma, düşüş | taife: topluluk |
tarafgirlik: taraftarlık | tecavüz: saldırı (bk. c-v-z) |
tehacüm: hücum etme | tesanüd etme: dayanışma (bk. s-n-d) |
teshil etme: kolaylaştırma | vahşet: ürküntü, yalnızlık |
vakıa: olay | zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r) |
âdil: adaletli (bk. a-d-l) | âlem: dünya (bk. a-l-m) |
âmir: emreden (bk. e-m-r) | şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet (bk. ş-r-a) |
Copyright © Söz Basım Yayın
.
mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.
Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.” 1
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı 2 اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌkal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.
Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا 3 düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.
Dipnot-1
el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:529-530; İbni Hibban, Sahih, 8:286.
Dipnot-2
“Mü’minler ancak kardeştirler.” Hucurat Sûresi, 49:10.
Dipnot-3
“Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.” Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.
Deccal: (bk. bilgiler) | Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs (bk. bilgiler) |
adâvet: düşmanlık | alâka: bağlantı |
beşer: insanlık | düstur-u hayat: hayat kanunu (bk. ḥ-y-y) |
düstur-u âliye: yüce kanun, kural | ehl-i iman: Allah’a ve Allah’ın bildirdiklerine inanan (bk. e-m-n) |
ehâdis-i şerife: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) | esaret: esirlik, kölelik |
eşhâs-ı müthişe-i muzırra: müthiş zararlı kişiler | hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a) |
hercümerc: darmadağın, alt-üst | hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye: İslâmın yararına ters, aykırı (bk. ḫ-l-f; ṣ-l-ḥ; s-l-m) |
hilâf-ı vicdan: vicdana aykırı (bk. ḫ-l-f) | husumetkârâne: düşmanca |
hırs: aç gözlülük | ihtilâf: anlaşmazlık (bk. ḫ-l-f) |
ihtiras: bir şeyi aşırı isteme | istifade etme: faydalanma |
kal’a-i kudsiye: kutsal kale (bk. ḳ-d-s) | kal’a-i İslâmiye: İslâm kalesi (bk. s-l-m) |
malûm: bilinen (bk. a-l-m) | mesâib: musibetler, zorluklar |
mizan: terazi, denge (bk. v-z-n) | muhafaza: koruma, saklama (bk. ḥ-f-ẓ) |
muvazene etme: dengeye getirme, ölçme, karşılaştırma (bk. v-z-n) | müdafaa etme: savunma |
nev-i beşer: insanlık | nevi: tür |
nifak: münafıklık, ikiyüzlülük | sefâlet-i dünyeviye: dünyada sıkıntılar içinde olma |
tahassun etmek: sığınmak | tarafgir: taraftar |
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği (bk. s-l-m) | zillet: alçaklık, aşağılık |
zâlim: zulmeden, haksızlık eden (bk. ẓ-l-m) | zındıka: dinsizlik, inançsızlık |
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) | âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) |
şekavet-i uhreviye: âhiretteki sıkıntılar (bk. e-ḫ-r) | şikak: ayrılık, parçalanma |
Copyright © Söz Basım Yayın
.
ALTINCI VECİH
Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubûdiyet, adâvet ve inatla sarsılır. Çünkü, vasıta‑i halâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid, kendi a’mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen livechillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle kaybolur.
Şu Altıncı Vecih çok uzundur. Fakat kàbiliyet-i makam kısa olduğundan, kısa kesiyoruz.
adalet: her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi (bk. a-d-l) | adâvet: düşmanlık | ||
a’mâl-i hayriye: hayırlı işler, davranışlar (bk. ḫ-y-r) | ef’âl: fiiler, işler (bk. f-a-l) | ||
hasım: düşman | hayat-ı mâneviye: mânevî hayat (bk. ḥ-y-y; a-n-y) | ||
husûmet: düşmanlık | hâlisen livechillâh: sadece Allah için (bk. ḫ-l-ṣ) | ||
hüküm: yargı, kesin bir karara varma (bk. ḥ-k-m) | ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet (bk. ḫ-l-ṣ) | ||
kàbiliyet-i makam: konunun kaldırabileceği kapasite | muamelât: davranışlar | ||
muannid: inatçı, direnen | muvaffak olma: başarılı olma | ||
sıhhat-i ubudiyet: kulluğu sağlıklı bir şekilde yapma (bk. a-b-d) | tarafgir: taraftar | ||
tefevvuk: üstünlük, üstün gelme | vecih: yön, şekil | ||
vesîle-i necat: kurtuluş aracı | vâsıta-i halâs: kurtuluş aracı (bk. ḫ-l-ṣ) | ||
zayi: kayıp | |||
Copyright © Söz Basım Yayın | |||
http://www.erisale.com/#content.tr.2.373 |